İşte biz bu peçelerden bir kaçını alaşağı edeceğiz, hakikati var çıplaklığıyla meydana çıkaracağız. Senelerden beri yaladıkları kemiklerin, emdikleri iliklerin tadı bir türlü damaklarından çıkmayan tanınmış Kemalistlerin (evet, 1919’da aynen böyle yazıyor) uşaklarına göre ne Hamidiye kumandanı Rauf Bey, ne de Mustafa Kemal Paşa İttihat ve Terakki’den değillermiş. Başlıca bu iki elebaşının bir müddet Harbiye Nezareti’ni de ele alarak halkı kurtaracağız, Doğu Anadolu’yu savunacağız diye Anadolu’da yer yer meydana getirdikleri bazı hareketler İttihat ve Terakki’nin bir dolabı hiç değilmiş, öyle mi? Öyle ise lütfen dinleyiniz.

Rauf Bey kimdir? Evet, cesur, mert, fedakâr bir gençtir. Şahsını düşünmez, şahsi çıkar peşinde koşmaz, son derece temiz, milletini ve memleketini seven bir gençtir. Adeta o baştan başa rüşvetçi, kirli işlere bulaşmış Ocaklıların (Yer yer İttihat Terakki’den ve Türk Ocakları başlarından “ Ocak”,  yandaşlarından da “Ocaklılar” sıfatıyla söz ediyor yazar)  arasında çöplüğe düşmüş bir pırlantayı andırır. Böyle olmakla beraber Hamidiye kumandanı siyaset ile uğraşmak için büyük bir kusura sahiptir. O da son derece saftır ve işi zamana bırakır, kolayca aldatılabilir, bir de siyaset konusunda bilgisizdir. Bu temel ile de Ocak’ın gelişi güzel hareketlerinden, eksikliğini zenginliğinden, akla uygun olanı olmayanından istese de ayıramamak, ruhuyla tamamıyla bağlandığı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin genel merkezinden gelen bir emri ne olursa olsun yerine getirmeye büyük bir azim ile çalışmaktır. Hele işte şöyle böyle vatana ve millete hizmet edebilmek şekli de olursa…  Dünya Savaşı’nda İttihat ve Terakki hükümeti Rauf Bey’i İran ve Afganistan üzerinden Hindistan’ı ayaklandırmaya gönderdi. Gözü pek, hiçbir zorluktan yılmaz bir insan olduğu için bu genç miralay[1] o yapılması olanaksız emri yapılabilir sandı, yola çıktı, Bağdat’ı geçti, İran’ı boyladı. Aşiretlerle vuruştu. Nihayet, insan gücünün bir sınırı olduğunu anlayarak o harikulade azmine, yiğitliğine rağmen yarı yoldan geri döndü. Binlerce liraları, emekleri de boşa harcamış oldu. Sonra galiba İstanbul’a geldiği vakit o akın akın ahlaksızlıkları, kavgaları görünce en azimli zorbalarla bozuştu, fakat yine İttihat ve Terakki’de kalmak, yine Ocak’ını ıslah etmek, yaşatmak niyetiyle bozuştu.

Ateşkesten sonra Ocak’tan bu gibi yan çizenler geçmişi derhal unuttular, o anlaşmazlıkları bir tarafa bırakarak her şeyden önce İttihat ve Terakki’yi başka bir şekilde canlandırmayı, sonra da hep yaptıkları gibi biçare vatanı kurtarmayı düşündüler. Rauf Bey de tamamıyla böyle düşünenlerin önde gelenlerindendi. Öylelerince eskiden olduğu gibi kutsal cemiyete (İttihat ve Terakki Cemiyeti) hizmet etmek vatani bir görev, karşı çıkmak da vatana bir ihanetti. İşte bu karışıklık esnasında idi ki İzmir felaketi, faciaları meydana geldi. Az çok ölçülü davranırken bu darbe ile biz bile savsadık. Artık, düşünmeli, Hamidiye kahramanı ne hale gelmiştir.

Zaten Ocak pusuda idi. Yeniden alevlenmek, iş başına geçmek, tutuklanmış adamlarını kurtarmak, kısacası yaşamak için bu fırsatı bekliyordu. Oysa siyasi bakımdan uyanık olmadığı kadar kolayca aldatılabilen biri değil miydi? Rauf Bey’i derhal yakaladı, o milli teşkilat dolabını kurmak için Anadolu’ya gönderdi.

Mustafa Kemal Paşa kimdi! Bu saygıdeğer kişi de Dünya Savaşı sırasında birden bire bir şöhret kazandı, bir aralık Mustafa Kemal Paşa aşağı, Mustafa Kemal Paşa yukarıydı. Çanakkale’de yararlık, kahramanlık göstermişti, fakat bizce muhakkak idi ki Çanakkale savunmasının en birinci kahramanları ne Liman Paşa, ne bilmem ne paşaydı, dini ve devleti için ölümüne ateşe bile saldırmaktan çekinmeyen Türk askeriydi. Mamafih Mustafa Kemal Paşa oradan bir şöhret kazandı. Erzurum, Filistin cephelerine gitti, her iki tarafta büyük yenilgiye uğradık, aralıksız geri çekildik. Fakat İttihat Terakki’ye mensup oldukları için paşalarımızın şöhretleri eksilmek şöyle dursun, artardı. Mustafa Kemal zaman zaman adeta bir zafer kazanmış kumandan gösterişiyle İstanbul’a gelirdi. Babıali’de Talât’la baş başa bir odaya kapanırdı, saatlerce görüşürdü. “Pera Palas”ta debdebe ve davet ile yaşardı. İçerdi, anlatırdı, fıtratına, terbiyesine göre yaşardı. Bir kere özel bir heyet ile tantanalar içinde bir ay süre Avusturya’ya ve Almanya’ya bile gitmişti. Bu milleti canlandırmıyor, bu mülkü korumuyorlar mıydı? Bütün bu marazlar, ikramlar haklarıydı, kulaklarda:

Vatan hoşnut senden hazır ol yiyip içerek ödüllendirilmeye[2]

Teraneleri Tanin’in[3] atışları idi, zavallı vatan, ne kadar kolay hoşnut oluveriyordu. Çünkü korunan mülkümüzün üçte ikisini düşman işgal etmişti. Askerce kaybımız milyonları geçmişti. Her tarafta bozgunumuz muhakkak idi. Hiçbir taraftan ümidimiz yoktu. Öyleyken o “Napolyon” taslağından itibaren bütün bu serdarlarımızın kahramanlığı sayıla sayıla bitirilemiyordu. Bu zavallı halka nice develer merkep, nice merkepler de deve yerine durmaksızın yutturuluyordu. Bu oyun böylece ta Bulgaristan’ın dağılmasına kadar oynandı, durdu. Oysa Mustafa Kemal birçok benzeri gibi bir askerdi. Hem Cemiyet’e (İttihat Terakki) mensup, hem de Selanikli olduğu için çabuk kendini göstermişti. En inanılır sözlere göre kadın ve alkol düşkünlerinden olduğu için öyle olağanüstü bir kumandan da değildi. Geçtiği yerlerde bu yönde bir izlenim bırakmamıştır.

Tabii böyle bir hayat süren insan ateşkesten sonra maaşıyla, sükûn ve sükûnet içinde yaşayamazdı. Vatanın lehinde olamazsa aleyhinde olsun, bir gürültü çıkarmak için bir fırsat aradı. Anadolu kargaşalıklarında aradığını buldu.

İşte milli hareketlerin içyüzü, işte içinde olanları ki tepeden tırnağa kadar İttihat ve Terakki ruhuyla, Ocak gayretiyle doyurulmuşlardırlar, böyle oldukları için de, ne zavallı İzmir’in kurtulmasına, ne de vatanın başka bir hayrına yaradılar. Tersine bu felaketlerimizi arttırdılar, günden güne de daha çok arttırıyorlar… Onlar olmayaydılar, İzmir çoktan kurtarılacaktı, o… hakkımız da çoktan alınmış olunacaktı.

Osmanlı ordusunda küçük büyük ne kahraman subaylar yetiştiler, bu vatan uğrunda sessizce cansiperane fedakârlıklarda bulundular. Böyle yapmakla beraber hiç o gösterişlere, tantanalara kalkıştılar, şahsi emelleri için vatanı ezmeğe, parçalamaya kadar vardılar mı?

İşte biz yine açıkça söylüyoruz, hükümet bir parça azim ile, kuvvetli davranır ve özellikle her ne hikmete dayanıyor ise böyle yapmak istemeyen hükümet üyelerinden sıyrılarak bu zayıflıktan kurtulursa başka tedbirlere gerek kalmaz. Ancak Anadoluluların himmetiyle o sahte, o kof hareketlerden eser kalmaz. Vilayetler güvenliğe kavuşur. Biz öteden beri eminiz ki, bu zorbaların bütün kuvveti hükümetin zayıflığı, o zayıflıktan cüret alarak çevremizde, basınımızda ardı ardına dolaplar çeviren şaklabanların yalan sözleridir. Bir kere örf ve kanunun öne çıkmasıyla bu karışıklıkların önü alındı, o bozguncuların kafaları ezildi mi, suyu çekilmiş değirmen gibi o güya milli hareketler derhal durur. Bu bedbaht memleket de bir parça nefes alır. Yaralarını sarmakla meşgul olmaya vakit bulur.

Arap’ın dediği gibi kılıç kullanmak gereken yerde insanlığa uygun davranmak başarının oldum olası yararınadır. Hele bu işte artık öyle kurşunun zamanları geçti. Şimdi sıra şiddetle kararlılığa geldi. Öyle vahim, öyle nazik bir vaziyetteyiz ki vatanın selameti için ne olursa olsun en etkili tedbiri kullanmak ileride büyük sorumluluklara maruz kıldırmaz. Dünyada sorumluluk bilmeyiz ki, isterse böyle gafilce olsun, böyle bir hataya düşmek kadar ağır olamaz.

(Peyam, 25 Eylül 1919, s.1)

Not: Yazının aslı “BU HALK İÇİNDE HAKİKAT NİKABSIZ YAŞAMAZ” başlığıyla (talatulusoy.com) sitesinde.


[1] Albay

[2] Vatan hoşnut senden hazır ol bezmi mükafata

[3] Önde gelen İttihatçı gazete.

Yorum bırakın