Bir Oyun, Fotoğraf 51 – Craft Tiyatro; İade-i İtibar Kırılmışlara

            ”Yönetmen Çağ Çalışkur tuşlu bir müzik aletinin

çalınmasını andıran şahane rejisiyle hayatın ritmini, heyecanını

DNA’nın yapısını keşfetmek meselesi üzerinden güzel yakalıyor.

Işıklar, zamanlamalar, oyuncuların girişleri, sesleri, akışları;

ortada çok güzel bir müzik var. Her biri ayrı ayrı seyirlik temiz oyunculukları, yerinde dekoru, nefis sahne kullanımı ve acelesiz-bol tespitli metniyle;

verdiği cevaplar kadar sordurtmayı başardıklarıyla da  

iyi bir oyun Fotoğraf 51. ”

 

 

Derin bir anlam arayışı üstüne kurulu varoluşumuzda yolumuzda bize eşlik eden farklı olduğumuza dair inancımız özgünlük ( çabalıyorsak eğer ) çabalarımız sonucunda bizi nereye kadar götürebilir? Yazmaya, çizmeye, bestelemeye, keşfetmeye. Hâsılı kelam üretme istasyonlarına uğrarız bir bakıma. Yıkmakla yaratmak arasında ince bir köprüde salınıp durduğumuz da olur: Bir sürü olasılığın birleşmesiyle tarafımızı seçeriz bilinçli yahut bilinçsiz. Vasat yahut nitelikli sonuçlara varır kimimiz. Yaratmak itkisi dünyaya doğru bizi sarmalayan bir fanus oluşturuyorsa eğer üstümüzde, büyülü ve aynı zamanda yıpratıcı bir fanustur içinde olduğumuz. Bilgi, deneyim, sezgi, şans, disiplin, hız, cesaret, zamanlama, hırs ve bilhassa yetenek. Eski olandan, orada var olan ama formunu bulmamış olandan yeni’yi çıkartmak, onu görünür ve bilinir kılmak. Gerilim eşlik eder bu yeni olacak olan her şeye. İster istemez ( her birimiz için kişisel olacak ‘hayatın anlamı’na eşitlenecek ) bütün toplamların sonucunun peşinde bir yarışın içindeyizdir aslında.

 

İşte Craft Tiyatro’nun yeni oyunu Fotoğraf 51 bu yeni’nin peşine düşmüş bilim insanlarının kendilerini yaşamın sırrını keşfetmek dedikleri bir yarışın içinde bulmalarının hikâyesi. Gerçek bir hikâye. Aynı zamanda bu bir yarışsa, yaratmaya-keşfetmeye eşlik eden bilgi, deneyim, cesaret, sezgi, yetenek vs vs vs’nin kendi başlarına yahut bir arada yeterli olup olmayacağının da sorulduğu bir hikâye. Hem itibar arayışımızın köklerinin hem de hırsızlığın saygınlığın araçlarından birine dönüşmesinin anlatısı.

 

Basit-derinlikten yoksun örneğimi mazur görün, ama şöyle bakalım: Her yeri tek katlı konutlarla dolu bir yaşam alanında artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılamak için aklınıza dikey yapılar kurmak geliyor. Adı apartman. Bir apartman dikmek istiyorsunuz, bu fikir başkalarının da aklına geliyor, ama nasıl olacağını kimse bilmiyor ve siz ( bu kişi oyunda bilhassa Rosalind Franklin ) araştırmalarınız sonucu temelini atmaya başlıyorsunuz. Heyecanlısınız, dünyaya faydalı bir miras bırakacaksınız ve bu icat yüzyıllar boyu sizin isminizle anılacak. Ama devamını nasıl getireceğinizin bulamadığınız cevabı ve keşfi başarıyla sonlandırmak, dünyaya nam salmak adına içinizde oluşan gerilim, yardıma muhtaç olmadığınızı düşünmeniz ve biricikliğinize olan inancınızdan ötürü tek başınıza çalışmaya olan yatkınlığınız, bu yeni’yi bulmaya kendilerini adamış ve görünür olmak namına üstelik hiçbir etik de tanımayan,  hazıra konmuş olmak gibi isimlendirmelerden gocunmayacak denli iç eleştiri mekanizması huzursuzluğundan muaf ve hırsızlığa yatkın, sizden daha hırslı kişileri yaratma-keşif yarışında önünüze geçmekten alıkoyacak mıdır yani size avantaj mı sağlar yoksa yarışta bu özellikleriniz tam aksine sizin için bir zaaf belirtisi midir?

 

Sözgelimi bir başına kazanılan işler vardır, ama bazen ekip dayanışması ve çalışması da önemlidir. Değil midir? Üstünüzdeki stresi alacak, size yön verecek, çıkışsız hissedip, kaybolduğunuzda başka bir bakış açısının ışığında sizi düzlüğe çıkaracak bir başkası iyi olmaz mı? Kesin öyledir gibi bir cevap verememekle birlikte Rosalind Franklin’in bir zamanlar kendini yükselişe geçirmiş kişisel niteliklerinin bu keşif yarışında geride kalmış olmasına yol açtığını hafiften söyleyebiliriz. Ama söyleyemeyiz de, ortada bir adaletsizlik de vardır çünkü. Franklin’in bulgularına gizlice ulaşılmış, emeği çalınmıştır. Bunu nasıl çözeceğiz? Tamam, Rosalind Franklin aksidir, uyumsuzdur, kendi doğruları ve metotlarıyla bir başına çalışmaya meyillidir, ama sonuç böyle mi olmalıydı? Sahiden ‘oyunculuğu’ mu ‘öne çıkmıyordu’? Neden böyle oldu? Fotoğraf 51’in yazarı Anna Ziegler’in meziyeti de burada ortaya çıkıyor: Bilim camiasını konu edinmiş bir oyuna yakışacak biçimde diyor ki: Soru çok, ama kesin cevap yok. Oyun, Rosalind kendi kişiliğinin kurbanı mı yoksa daha hırslı başka ‘bilim adam’larının hırsızlığının mağduru mu yanıtı bize bırakıyor, ama tek kesinlik şu ki: bu bir iade-i itibar hikâyesi.

 

Oyunun ekseninde bilim insanlarının çalışma halleri, kişiliklerinin etkileri veya bir kadının ‘bilim adamları’ camiasında kendine yer eşeleme ve tutunma çabası öne çıkarılsa da, bir laboratuar ortamında değil de farklı mecralarda geçen kişisel serüvenlerimize ışık tutar biçimde üstte bahsettiğimiz kazanmak için neler gerekli sorularına da cevaplar veriyor. Yani bir denizin yüzeyi ve alt katmanları olduğu gibi Fotoğraf 51’in de katmanları var. Kazanmak istiyorsak eğer nasıl kazanırız? Kaybettik ama nasıl kaybettik? Oyunun finaline doğru Maurice Wilkins kaybettik diyince Rosalind “Hayır, kaybetmedik, dünya kazandı.” diyor. Bu gerçekten böyle midir? Onca uykusuz gecenin, onca endişenin, onca çabanın üstüne mağlup olduğumuzda gerçekten böyle iyimser olabilir miyiz? Sanmıyorum. Eğer öyleyse kaybedenin müthiş bir oyunculuğu söz konusudur ortada. Hem doğrudur hem değildir. Kayıp bireysel, kazanç toplumsal. Bir bakıma güzel, içi ısıtan da bir bakıştır bu. Rosalind’ler öyle diyorsa öyledir ve bırakalım buna inansın’lar. Hepimiz bir şeylere inanıp, onlara tutunmuyor muyuz zaten?

 

Yönetmen Çağ Çalışkur tuşlu bir müzik aletinin çalınmasını andıran şahane rejisiyle hayatın ritmini heyecanını DNA’nın yapısını keşfetmek meselesi üzerinden güzel yakalıyor. Işıklar, zamanlamalar, oyuncuların girişleri, sesleri, akışları; ortada çok güzel bir müzik var. Her biri ayrı ayrı seyirlik temiz oyunculukları, yerinde dekoru, nefis sahne kullanımı ve acelesiz-bol tespitli metniyle  iyi bir oyun Fotoğraf 51.

 

Kadro güzel ve uyumlu. Altı bilim insanı: Beş erkek, bir kadın. Funda Eryiğit, Cem Avnayim, Orçun Soytürk, Bahadır Efe, Korhan Soydan, Selahattin Paşalı. Ama şunu söylemeden geçemeyeceğim ki, özellikle Orçun Soytürk ve Selahattin Paşalı rol çalmadan başarıyla kalp çalıyorlardı. Hz. Yakup’un oğlu Yusuf’u kayırması misali ekipten diğerlerine nazaran daha ayrı sevdim onları. Buradan Afife Jale jürisine sesleniyorum: her ne ödülüyse artık o ödüllerden biri Selo Paşalı’ya verilecek!

 

Son olarak,

 

öncesinde on yıllardır mekanik düşünme ve yaşantı biçimine sahip popçu-topçu görsel kültürüyle hırpalandığımız şimdiyse Youtube çılgınlığı yahut vasat Instagram pervasızlığıyla bozguna uğratıldığımız bu dönemde Rosalind Franklin şahsında vücut bulmuş bir dünyayı geçici değil ebedi nitelikli bir anlamlandırma çabasını görmek benim gibi bir kararsız korkağı mutlu ediyor, silkelenme çağrısı yapıyor. Elbette her hayat kişiseldir, formülize edilip, birey birey reçete olarak dağıtılamaz, lakin ilham verebilir.  Belki de biyografiler bu yüzden önemlidir kim bilir. Güven, güç ve motivasyon sağlıyor olmalılar.

Biyografi özelliği taşıyan Fotoğraf 51 de, kaybettik diyen Wilson’a hayır, kaybetmedik dünya kazandı diyebilen ‘güçlü olduğu kadar, kırılgan da olan’ Rosalind’in bir kadın olarak bilim dünyasında uğradığı zorluklar, var olma çabası, yarışçı ve hırslı karakteri ile üretme aşkı, bulma arzusu bize bir şeyleri gösterdiği ve verdiği cevaplar kadar sordurtmayı başardıklarıyla da iyi bir oyun. Bir kadın bilim insanı imgesiyle aslında genel anlamda bir ‘öteki’nin, bir güçten yoksun olanın statü kazanma çabası dünyadan. Belki de bu yüzden fikriyat ve hissiyat olarak özdeşleşebilmem karakterle.

Gidin ve izleyin.

Esinlendirir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yazar: yeraltindantostlar

Hezeyanlar ve Heyecanlar, Kuruntular ve Kurmacalar. Bill Murray Hüzünleri, Robin Williams Umutları ve İsveç Neşeleri Toptan Satış Noktası. Müracaat: Ben. huseyinalimersin@gmail.com

Yorum bırakın