“Yeni işçi hareketi reformist bir içerikte asla gelişemez!”

Kapitalizmin tüm dünyada gittikçe artan bir hızla güvencesizleştirme ve dolayısı ile geleceksizleştirme rüzgarları estiriyor oluşu, toplumun bir çok kamusal hakkını yok edip acımasız bir metalaştırma sürecine tabi tutması; çoklu, parçalı ve esnek üretim modelleri ile kendisini yeniden kurması, toplumsal yapıda, sınıfların yapılanışında ciddi değişimlere neden oldu. Bu nedenle geleneksel olandan farklı, yeni bir işçi sınıfı ve bu yeni işçi sınıfının yeni bir mücadele zemini oluşmaya başladı. Bu tablo işçi sınıfı mücadelesinin yeni bir tarihsel döneminin başlamakta olduğuna işaret etmektedir. 

 

Kriz koşullarının giderek derinleştiği ve buna paralel olarak yoksulluğun, işçileşmenin ve işsizliğin giderek yükseldiği bir dönemdeyiz. Kapitalizmin tek seçenek olduğu safsatası yine kapitalizmin kendisi tarafından yalanlanıyor, geçersizleştiriliyor. Krize karşı dünyanın çeşitli yerlerinden ciddi tepkiler yükseliyor. Bazı Latin Amerika ülkelerinde farklı sol deneyimler yaşanıyor. ‘Küresel evimizde’ sınıf çelişkileri keskinleşiyor, sınıfların yapısı değişiyor. Türkiye’de ise güvencesizliğe karşı aylarca mücadele eden TEKEL işçilerinin yaktığı ateş henüz sönmüş değil.

 

Yeni dönemi anlamak, doğru analizlerde bulunmak ve değişim sürecinin karakterini çözmek devrimci mücadelenin gelişimi açısından önemlidir. Geçtiğimiz haftalarda Baraka Kültür Merkezi’nin misafiri olarak Türkiye’den gelen ve yeni işçi sınıfı ve TEKEL direnişi üzerine bir konferans veren Yalçın Bürkev ile konuştuk. Türkiye’deki siyasal-ideolojik bağlamdan neo-liberal krize, TEKEL direnişinden yeni işçi sınıfı hareketine…

 

Yeni işçi sınıfı hareketi ve sınıf mücadelesi üzerine Yalçın Bürkev ile röportaj

“Yeni işçi hareketi reformist bir içerikte asla gelişemez!”

 

 

 

1.      Türkiye’deki egemen siyasal konjonktür:

 

SORU: Emekçi kesimler açısından Türkiye’deki siyasi arenanın karakterinden başlayalım dilerseniz. ‘Tekel Direnişinin Işığında Gelenekselden Yeniye İşçi Sınıfı Hareketi’ isimli derleme kitaptaki makalenizde şu andaki siyasi konjonktürü geçiş süreci olarak tanımlıyorsunuz. AKP’nin yeni dönemin kurucu aktörü olmaya çabaladığını ifade ediyorsunuz. Bu bahsi geçen yenilenme döneminin veya geçiş sürecinin karakterini, şu anki siyasi ve ideolojik bağlamın nasıl şekillendiğini biraz açabilir misiniz?

 

CEVAP: Yaşanan uluslararası ekonomik kriz bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kritik bir dönemeç oluşturuyor. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de 12 Eylül ile başlayan ve aynı zamanda tüm dünyada neo-liberal politikaların uygulanmasına denk düşen 1980 sonrası dönem bu krizle birlikte sona erdi. Dolayısıyla bu 30 yıllık dönem sona ererken, aynı zamanda AKP ile sonuçlanan dönem de sona erdi. Şöyle de diyebiliriz,  AKP Özal döneminde başlayan politikaları sonuçlandırmış oldu. 1990’ları ve 28 Şubat’ı bir parantez olarak kabul edersek, ondan önce Özal ile başlayan süreci AKP mantıki sonuçlarına vardırarak bitirmiş oldu. Sadece (tabii önemli) bir farkla. Özal yönetimindeki ANAP geleneksel sermayenin üzerinde gelişen bir akım oldu, onun desteğini aldı. AKP ise önce geleneksel sermayenin de desteğini almakla birlikte, esas olarak İslamcı sermayenin gelişimini ön plana almış oldu. Geleneksel sermaye hala ana payı elinde tutmakla birlikte, İslamcı sermaye hızla büyüdü. Bu gelişme sermayenin bileşiminde yapısal bir değişime yol açtı. Türkiye’deki egemen ittifakın iç dengelerinde bir değişiklik oldu. Bu değişiklik sadece sermaye açısından olmadı. Aynı zamanda Türkiye’de askeri bürokrasinin geleneksel belirleyici rolü, tuttuğu bir düzlem vardı; bunda da bir farklılık ortaya çıktı! Askeri bürokrasi egemen ilişkiler içinde irtifa kaydederek, eski konumunu kaybetti. Yine geleneksel sivil bürokrasi içinde de kalıcı bir İslami zemin oluştu. Dolayısı ile Türkiye’nin geleneksel siyasal güçlerinin bir kısmı tasfiye oldu.  Tasfiye olanların yerini ise İslami ağırlıklı, liberal yeni egemen sermaye aktörleri doldurdu. Dolayısı ile egemen ittifak içerisinde bir değişim meydana gelmeye başladı.

 

Tabii bu değişim süreci bitmiş değil. Bu rekabet ve çatışma düzlemi devam ediyor. Ta ki, bunlar arasında bir uzlaşma sağlanana dek. Bu uzlaşma noktası ise kriz sonrasının yeni düzleminin oluşumunda belirginleşecektir. Şimdi yavaş yavaş bu yeni düzlemin inşası söz konusu! Ana gündemi bu doğrultudaki çatışmalar işgal ediyor. Ama bu inşa sürecinin tamamlanması için yeni dengelerin oluşumuna ve yeni politikaların belirginleşmesine, yani zamana ihtiyaç var. Bu nedenle de yeni dengeleri belirleyecek bu çatışma zemininin önümüzdeki yıllarda da sürmesi beklenmelidir.

 

AKP kendinden önceki süreci, aktörleri tasfiye etti. AKP bu tasfiye sürecinde aynı zamanda bir miktar da yaralandı. AKP’nin “şanssızlığı”, neo-liberal dönemdeki tasfiye sürecini sonuçlandırıp safkan bir neo-liberal iktidarı kurarken krize denk gelmiş olmasıdır. Bu nedenle AKP’nin iktidarı gecikmiş bir safkan neoliberal iktidardır. Dolayısı ile bu ekonomik kriz düzlemi ile birlikte AKP sarsılmaya başladı. Bu nedenle AKP yeni dönemin neo-liberal düzlemini kurma aşamasında zorlanıyor. Bunun için çaba gösteriyor ama bu çok kolay değil. Nitekim son dönemdeki gelişmelerin hepsi bu zorluğu kanıtlamış oldu. Krizin neden olduğu yeni uluslar arası konjonktürün, içte ve dışta AKP’yi zora sokan çeşitli özellikler taşıdığı belirginleşti.

 

AKP ülke içinde üç ana unsur üstünden siyaset yaptı. 1) AKP demokrat görünmeye çalıştı, 2) AKP yoksul dostu görünmeye çalıştı, 3) AKP mağdur gözükmeye çalıştı.  Tamamen imaja dayalı bu üç unsur kriz döneminde boşa düştü. Çünkü bu tasfiye sürecinde AKP’nin giderek baskıcılaştığı iyice belirginleşti. AKP bu sürecin içerisinde yoksul dostu olmadığını, tersine krizle birlikte tercihini sermayeden yana yaparak, zengin dostu olduğunu çıplak bir biçimde göstermiş oldu. Bir diğer yandan ise mağdur değil, tasfiye eden, ezen ve egemen konuma geldiği artık tartışmasız biçimde açığa çıktı. Dolayısı ile önceki dönemde yarattığı imajı oluşturan, yaygın olarak kullandığı üç argümanın zemini ve inandırıcılığı ortadan kalktı.

 

Tabii bu süreç sadece AKP için değil, tüm aktörler açısından bir dönüşümü zorunlu kılıyor. Liberal dinciler ve tüm İslami hareket açısından; merkez sağ ve sosyal demokrasi açısından; Kürt hareketi açısından; sol ve sendikal hareket açısından yani bütün düzlemler açısından bu dönüşüm geçerli. Keza askeri bürokrasi açısından da yepyeni bir döneme doğru ilerleniyor. Askeri bürokrasi içerisindeki bu yeni döneme uyarlanma çabasının mevcut olduğu zaten Genelkurmayın yeni tutumlarından anlaşılmakta. Bu süreçte AKP ile bütünleşmemekle birlikte esas olarak uzlaşmayı tercih eden, eskisi gibi çatışmayan, uyum sağlayan; İslamcı hareketin varlığını rejim içerisinde bir unsur olarak kabul eden ama bunun yanı sıra AKP politikalarından da bir miktar rahatsızlık duyan; eskisi gibi kafadan çatışma içerisine girmeyen bir Genelkurmay oluştu. Son süreçteki en önemli değişimlerden birisi buydu. Bu olgu ulusalcı akımın önemli ölçüde tasfiye edilmesinin sonucudur. Ordunun yönetim kademelerindeki ulusalcılar tasfiye edildi. Geriye kalan ulusalcı unsurların ağırlıklı bölümü törpülenmiş biçimde CHP içinde yer tuttu. Dolayısı ile 2000’li yıllardaki kadar etkili bir ulusalcı akım kalmadı.


 

Aslında klasik Kemalist geleneğin tasfiyesinden bahsediyoruz.

 

Tam böyle söylenemez! Zira bir kurucu ideoloji olan Kemalizmin yorumu her dönemde egemenlerin ihtiyaçlarına ya da egemenler içi çatışmalara göre farklılaşmaktadır. Bundan sonra da böyle olması büyük olasılıktır. 1960’larda Cemal Gürsel’de simgeleşen (yurtsever) ana Kemalist akım başkadır. 1980’lerde Evren’le simgelenen (Türk-İslam sentezci) Kemalist akım başkadır. 1990’lardaki ve 28 Şubat sonrasındaki (ulusalcı) Kemalist akım başkadır. Önümüzdeki dönemde de ordu ve geleneksel sermaye ile uzlaşma sağlayarak rejimin kalıcı düzlemi içine İslamın yerleşmesi sürecindeki Kemalizm yorumunun farklılaşması kaçınılmaz gözükmektedir. Nitekim yakın zamana kadar Kemalizme cepheden karşı tavır alan İslami hareketin içinde yeni Kemalizm yorumlarına dair ilk işaretler görülmeye başlandı. ABD’nin etkili yayınlarında bu tür yeni Kemalizm yorumları görülüyor.

 

Ama sizin kastettiğiniz Kemalizmin ulusalcı yorumunun tasfiyesi olmalıdır. Doğrudur, ordu içindeki tasfiyeden sonra sivil siyaset içindeki tasfiyenin ilk göstergesi CHP içinde yaşandı. CHP içindeki son durumda Baykal’a dönük yapılan kirli hamle ile Baykal tasfiye edilmiş oldu. Beklenmedik bir biçimde Kılıçdaroğlu aradan sıyrılmış oldu. Kılıçdaroğlu bir yandan merkez politikalara doğru çekilmeye başlayan ulusalcı akımı sürükleyen Önder Sav’ın desteğini aldı. Diğer taraftan da Faik Öztırak gibilerinin temsil ettiği TÜSİAD sermayesinin desteğini aldı. Fakat aynı zamanda da tabandaki dağınık bir sol potansiyelin de üzerine oturmuş oldu. Dolayısı ile CHP’deki son durum bu üç unsurun dengesi üzerinden biçimlendi. Kılıçdaroğlu’nun yeni dönemde CHP içerisinde başarılı olup olmayacağı tabii ki şimdiden söylenemez. Örgütün içerisinden gelen bir konumu yok Kılıçdaroğlu’nun. Konjonktürün gerektirdiği bir biçimde tepeden indirildi. Halkçı görüntüsü bu konuda çok önemli bir unsur oldu. Bu konjonktür üzerinden birden bire çıkıverdi. Ben Kılıçdaroğlu’nun getirilişinin çok da planlı bir şey olduğunu düşünmüyorum. Baykal’ın yıpratılması ya da istifaya sürüklenmesi planlıydı ama yerine getirilecek kişinin bu kadar planlı olduğunu düşünmüyorum.  Kılıçdaroğlu’nun bu durumun içinden çıktığı kanaatindeyim.

 

Bu gelişmeler içinde geleneksel egemen güçler açısından şu ihtiyaç gözüküyor; ulusalcılığın merkez siyasete doğru aşırılıklarının törpülenerek liberal düzlemin içine çekilmesi, buna karşın geleneksel sermayenin ve bağlantılı liberallerin de tersten ulusalcılıkla daha geçinebilir bir düzleme doğru çekilmesi! Kılıçdaroğlu bu süreci kolaylaştırabilir. Veya bu ihtiyacın somut politikaya uygun hale getirilmesinde başarısız olabilir. O başka.  Ama bu karşıt güçlerin uyumlulaşma arayışında kendi olağan elitist halleri ile bir şey yapamayacakları ortada. İşte tam da bu noktada halkçı politikalara yönelik ihtiyaç belirmektedir. Süregelen kriz politikaları çerçevesinde giderek yaygınlaşan yoksullaştırma, güvencesizleştirme ve işçileştirme politikaları karşısında halkçılık motifinin devreye sokulması egemenler açısından adeta bir zorunluluk olarak devreye sokulmak istenmektedir.

 

Bu açılardan bakıldığında önümüzdeki dönem ulusalcılığının da, liberalizminin de ve kimlik politikalarının da geçmiş 30 yıl içerisindeki -özellikle son 10 yıldaki- karakterlerinden daha farklı özellikler taşıyacağı gözüküyor. Bu akımların bir kısım sınıfsal öğeleri de göz önünde tutarak yeniden biçimleneceği gözüküyor. Öte yandan egemenler açısından ise sosyal demokrasinin liberalleştirilmesi ihtiyacı gündemde. Fakat bu gerilimli bir süreç! Ulusalcıların ezberleri açısından da gerilimli bir süreç! Halkçılık yönelimleri açısından da gerilimli bir süreç. Bu nedenle de bu üç ayak etrafındaki gerilim bütün unsurlara yansıyacak. Kılıçdaroğlu kısa dönemde bu açıdan başarılı hamleler yapabilir, süreci iyi yönetebilir veya yönetemeyebilir; kısa sürede önemli başarılar kaydedebilir ya da tasfiye olabilir. Bunları şu an bilemiyoruz. Ama görülecektir ki, bu çelişik pozisyonları orta/uzun vadede bir arada başarıyla kaynaştırabilmek imkansızdır. Özellikle de kriz koşullarında.


 

CHP ile başlayan bu değişim basıncının AKP açısından da geçerli olduğunu düşünüyorum. Önümüzdeki seçimlere doğru ve özellikle de cumhurbaşkanı seçimlerinde bu değişim basıncı çok daha fazla hissedilecektir. Zaten şimdiden bunun sinyalleri de belirdi. Fethullah Gülen’in İsrail konusunda kitle tepkilerini frenleyici tutumu dış politika açısından bir Amerikancı ayar olduğu kadar, iç politika ve AKP içi gelişmeler açısından da AKP içinde dönüşüm ihtiyacına dönük bir hamle olarak ele alınmalıdır. Zaten ABD politikalarında AKP’ye dönük bir değişim yaşandığı çıplak biçimde görülmektedir. Bu durumda, AKP’ye dönük zorlamaların bir sınırlandırma, törpüleme ve yeni bir ayar vermeyi mi amaçladığı yoksa AKP’nin yıpratılarak iktidardan uzaklaştırılmak mı istendiği henüz yeterince açıklığa kavuşmuş değildir. Sadece AKP’nin çok da kolaylıkla gözden çıkarılacak bir aktör olmadığı söylenebilir. Daha geniş anlamda ise ABD politikaları açısından İslamcı hareketin siyaseten tamamen elden çıkarılacağı şeklindeki beklenti ve yorumların ham hayalden ibaret olduğu açıktır.

 

Elbette krizle birlikte başlayan bu değişim sürecinin MHP’den PKK’ye kadar, tabii ki bütün solu ve işçi hareketini etkilemesi kaçınılmazdır. Fakat bu süreç 12 Eylül döneminde olduğu gibi iki üç yıllık çok belirgin, başı sonu programlanmış ve bu program önemli ölçüde oluşmuş değildir. Süreç köşeleri bu kadar belirgin bir düzlemde cereyan etmeyecek. Çünkü uluslar arası planda bu kriz ile birlikte büyük taşlar yerinden oynadı. Ve bu geçiş süreci bir hayli uzun sürecek. Önümüzdeki krizin 5-10 yıl civarında bir zaman dilimine yayılacağı, “W” ya da daha fazla “V”ler içerecek şekilde dibe vuruşlar yaşanacağını varsayarsak, ki böyle gözüküyor, o zaman bu karmaşanın içinden yeninin kurulması sürecinin bir hayli uzun zamana yayılarak sancılı biçimde gerçekleşeceği daha da belirginleşmektedir. Dolayısıyla bu arayışların orta vadede netleşeceğini görmek gerekir.

 

 

2.     Neo-liberal sosyal yıkım politikaları:

 

Buradan emekçi kesimlerin durumuna gelelim. Özal döneminde uygulanmaya başlanan neo-liberal politikaların AKP döneminde -farklı bir gömlek altında- daha da yıkıcı bir şekilde sürdürüldüğünden, hatta son noktasına getirildiğinden bahsettiniz. Sosyalist hareket ise bu politikalara karşı ciddi ve sürekli bir alternatif oluşturamadı. 80 sonrası, hatta 90’larla birlikte sosyalist hareketin krizi bu noktada sanırım belirleyici oldu. Fakat son zamanlarda yaşanan işçi direnişleri, özellikle de TEKEL direnişi bir kıpırdanmanın başladığına da işaret ediyor.  Neo-liberal politikaların emekçi kesimlerdeki yansıması ve buna karşı tepkiler nasıl ortaya çıkıyor?

 

Neo-liberal politikalar geçtiğimiz 30 yıl içerisinde birçok önemli sonuç doğurdu. Fakat bunların arasında en belirgin olanı yoksullaştırma, mülksüzleştirme ve işçileştirme (proleterleştirme) zincirine yol açmasıdır. Milyonlarca insan bu süreçte işçileşmiş ya da yeniden işçileşmiştir. Bu insanların bir kısmı geleneksel işçi iken yeni işçi konumuna geldiler. Geleneksel işçi sınıfının uzun mücadelelerle kazanılmış bir yaşam standardı varken, bu ellerinden alındı. Yeni işçi sınıfının son derece kötü yaşam standartlarına mahkum edildiler. Türkiye’de 100.000’lerce işçi işten çıkartıldı. Yeniden işe alındıklarında yüksek ücretlerle sürdürdükleri işçilik yaşamlarını, işten çıkartılıp tazminatları ellerine verildikten sonra neredeyse yarı yarıya maaşlarla, hatta daha da az maaşlarla, güvencesiz koşullarda devam ettirmek zorunda kaldılar. Bu çok önemli bir yeniden işçileştirme operasyonuydu.

 

Diğer taraftan kır emekçileri, tarım emekçileri içinde büyük bir işçileştirme dalgası yaşanıyor. Son 30 yıl içerisinde, kente göç çok yoğunlaştı. Türkiye kentleşmesi çok yüksek oranlara, %70’leri aşan oranlara geldi. Oysa yaklaşık 30 yıl öncesinde bu süreç, bu oran %40-50 arası oranlarda idi. Bu çok büyük bir değişim. Bu sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada da böyle.

 

Aslında kentsel dönüşüm söyleminin zeminini de bu olgu oluşturuyor.

 

Tabii, bu kadar büyük bir göç ortaya çıkınca büyük bir kentsel barınma ihtiyacı oluşuyor. Böylece muazzam bir kent rantı oluşuyor. Daha öncesinde ciddi rant oluşturmayan araziler büyük rantlar oluşturmaya başlıyor. Daha önce kentlerin varoşları olan yerler büyük değerler oluşturmaya başlıyor. Bunlar emekçi kesimlerin ellerinden alınarak hızla orta ve üst sınıflara sunulmaya çalışılıyor. Ve bu kent rantı yeni bir sermaye birikim sürecinin de en önemli unsurlarını oluşturuyor. Önümüzdeki dönemde bu çok daha çıplak bir biçimde gerçekleşecek. Mesela İstanbul ve Ankara belediye başkanlarına tanınan yasal olanaklarla birlikte, tapulu tapusuz, üstünde bina olsun olmasın, her şeye el koyma yetkisi çıkmış durumda. Bu olağanüstü bir yetki. Muazzam rantların sağlanacağı, muazzam sermaye birikimlerinin oluşacağı bir düzlem oluşturuyor.

 

Bu politikalar yoksullaştırma, mülksüzleştirme ve işçileştirme stratejisinin bir parçasıdır, tamamlayıcı öğeleridir. Emekçiler yoksullaştırılırken ellerinden mülklerinin alındığı, mülksüzleştirildikleri bir düzlem ortaya çıktı. Orta sınıflar giderek ücretli çalışır konuma geliyorlar; avukatlar, doktorlar, basın emekçileri… Eskiden orta sınıfları oluşturan bu kesimler, giderek yoksullaşarak, kriz koşullarında sadece ücretleri ile geçinmeye mahkum hale getiriliyorlar. Üstelik artık bu kesimler aldıkları ücretleri aynı zamanda güvencesiz bir biçimde, yani sözleşmeli statüsünde kazanıyorlar. Bu sözleşmeler bazen yıllık, bazen altı aylık, bazen üç aylık, bazen haftalık, bazen ise günlük bile olabiliyor. Dolayısı ile emekçiler sadece gelir kaybından değil aynı zamanda gelecek güvencesinden de yoksunlaşıyorlar.

 

Krizin bütün dünyada yaygınlaştırdığı en önemli unsur sadece işçileştirme değil aynı zamanda da güvencesizleştirmedir. Genç işçiler daha baştan itibaren güvencesizliğe mahkum edilirken, azalan geleneksel işçi sınıfının baştan aşağıya güvencesizleştiriliyor. Krizin içerisinde bu eğilim derinleşecek. Bir taraftan emek ucuzlatılırken, öbür taraftan “emeğin yeniden üretim alanları” olan sağlık, eğitim, barınma gibi alanlar -zaten metalaştırılıyordu- daha da hızlı ve sert bir şekilde metalaştırılıyor. Bu alanlar sermaye birikiminin en başat alanları arasına katılmaktadır. Böylece emekçiler sadece ücretleri düşürülerek değil aynı zamanda üretimi sürdürebilmelerini sağlayan bütün alanlar da derin bir şekilde bir metalaştırmaya tabii tutularak hızla yoksullaştırıyorlar. Bunlardan yoksun bırakılıyorlar. Eğitime, sağlığa ulaşmaktan yoksun kalıyorlar. Sağlıklarına dikkat edemedikleri için ortalama yaşamları kısalıyor. Çocuklarını okutamıyorlar, okutsalar bile kısa süreli ve eğitim kalitesi çok düşük kalarak okutabiliyorlar. Düzgün yerlerde oturamaz hale geliyorlar, kötü ulaşım koşullarına maruz bırakılıyorlar…

 

Tamamen bir sosyal yıkım projesi zemini aslında!

 

Bu koşullar nedeniyle muazzam bir toplumsal kutuplaşma meydana geliyor. Ve işte tam da bu nedenle emekçiler kimlik politikaları ile kendi içlerinde ayrıştırılmaya çalışılıyor. Kimlik politikaları sadece etnik düzeyde değil aynı zamanda dini kimliklerin de öne çıktığı bir biçimde beliriyor. Bu şekilde çok büyük bir kısmı emeği ile geçinenler yoksullaşma sürecinde bu kimliklerle bölünürken, egemenlere daha kolay tabi olabiliyor. Toplum bu kimlikler ile parçalanıp, çatıştırılırken hakemlik görevini de egemenler hatta sadece ulusal değil ulus üstü egemenler yerine getiriyor. Din de burada önemli bir rol oynuyor. İnsani ihtiyaçlar, dramlar karşısında onlara merhem olacak şekilde dini cemaatler, dini dayanışma örgütleri hızla kurumlaştırılıyor. Böylece de yoksulluğa karşı tepkilerin düzen dışına çıkmasının önüne geçilmeye çalışılıyor. Dolayısıyla bu oldukça komplike ve birbirini tamamlayan bir süreç olarak gelişti ve geliştiriliyor.

 

3.     Gelenekselden yeniye sınıf hareketi ve hak mücadeleleri – Türkiye’deki TEKEL direnişi

 

Tüm bu 30 yıllık süreçte işçi sınıfı mücadelesi ve sosyalist hareket nasıl bir seyir izledi? ‘Gelenekselden yeniye işçi sınıfı hareketi’ isimli derleme çalışmadaki makalenizde son TEKEL direnişini sınıf mücadelesinin ‘gelenekselden yeniye doğru bir atılımı’ olarak değerlendiriyorsunuz ve bunun ‘eskinin ne basit bir devamı olduğunu ne de yeninin ta kendisi olduğunun’ altını çiziyorsunuz. Peki 80 günlük onurlu TEKEL direnişi hem Türkiye sosyalist hareketi açısından hem de işçi hareketinin 80’lerden ve 90’lardan bugüne kadar olan seyri açısından ne gibi göstergeler barındırıyor içerisinde? Bahsettiğiniz ve altını çizdiğiniz işçi sınıfı hareketinin gelenekselden yeniye doğru atılımını ve bu bağlamda da yeni işçi sınıfı hareketinin yapısını biraz açabilir misiniz?

 

Bahsettiğimiz işçileştirme rüzgarı bütün dünyada milyarlarca, Türkiye’de milyonlarca yeni işçi ortaya çıkarttı. Buna rağmen bunların çok büyük bir kısmı henüz daha işçi olduklarının bilincine erebilmiş değil. Yeni işçilerin sınıf kimliklerinin farkına vardıkları ve sömürü politikalarına karşı çıkan bir tutumu benimsedikleri; yani işçi bilincini içselleştirdikleri henüz söylenemez. Tabii ki bu kitleler içerisinde sınıf bilinci edinmiş kesimler var, fakat bunlar bir hayli azınlıktalar. Ama sınıfın yeniden oluşumu, sınıf hareketinin yeniden oluşumu ve bunlara bağlı olarak sosyalist hareketin oluşumu bir süreç olarak yaşanıyor ve yaşanacak.

 

Geçtiğimiz 30 yıllık süreçte iki unsur -biri nesnel (neo-liberal politikalar ve işçileştirme politikaları) ötekisi de öznel (sosyalist rejimlerin çöküşü)- işçi sınıfını ve mücadelesini bir değişim ve dönüşüm süreciyle yüzleştirdi. Dolayısı ile sosyalizmin ve işçi hareketinin yüz yıldır inşa ettiği bir zemin ortadan kalkmış oldu. Bu yüz yıllık süreç içerisinde ortaya çıkmış olan davranış kalıpları, modeller ve siyasal kalıplar, hepsi yerle bir oldu. Yani yüz yıl önceki sürece; bir nevi  -önemli farklar oluşturmakla birlikte- başa dönülmüş olundu. Şimdi sınıf hareketinin oluşum süreci yeniden yaşanıyor. Özellikle 1990’lar sonrası bu süreç hızlandı.

 

1980 sonlarından itibaren neoliberal politikalara karşı, bazı ülkelerde, özellikle de Latin Amerika’da yeni işçi hareketinin ilk biçimlenişleri ortaya çıkmaya başladı. Brezilya’da İşçi Partisi’nin oluşum süreci (PT) bu önemli deneyimlerinden birisiydi. Güney Afrika’da ANC’yi iktidara getiren yeni işçi mücadeleleri, Kore’de ve Filipinler’deki işçi hareketleri, daha sonra “toplumsal hareket sendikacılığı” diye de adlandırılacak olan ve yeni özellikler taşıyan işçi hareketlerinin ilk örnekleri oldular. Dikkat edilirse işçi hareketinin bu ilk dalgası başarıyı yakalar yakalamaz sistem içinde yer almaya başladı. 

 

Bu hareketlerin motoru, otomotiv sektörü gibi klasik geleneksel sektörlerdeki işçilerin ortaya çıkardığı hareketlerdi. Dolayısı ile “birinci dalga toplumsal hareket sendikacılığı” deneyimi sosyal demokrat, sistemle iç içe geçen iktidarlar veya muhalefet hareketleri olarak sonuçlandı. Bunların en tipik örnekleri Brezilya’da Lula ve Güney Afrika’da ANC iktidarlarıdır. Her ikisi de neo-liberal politikaları bir şekilde içselleştiren sol liberal yönetimler oldular.

 

Fakat arkasından ikinci dalga geldi. Bunun örnekleri öncelikle Venezüella ve ardından Bolivya ve Ekvator oldu. Bu üç ülkede de toplumsal muhalefetin ekseni bu sefer düz bir biçimde üretim ekseni üstünden gelişmedi. Yeniden üretim alanlarındaki mücadeleler öne çıktı. Bu alanlardan yükselen hak mücadelelerinin, mesela ekvatordaki su hakkı mücadelelerinin iktidar yolunu açması gibi… Bolivya’da madencilerin ve köylülerin Morales öncülüğünde defalarca Başkanlık Sarayını kuşatmalarının ardından iktidarı ele geçirmeleri gibi… Venezüella’da 1989’da 5000 kişinin öldüğü Caracazo isyanındaki işsizlerin patlamasının yarattığı toplumsal kaynamanın üzerine darbeyle gelen Chavez iktidarı gibi… Dikkat edilirse bunlar emek hareketinin geleneksel biçimlerinin tamamen dışına taşan mücadeleler oldu. Bu örnekleri toplumsal hareket sendikacılığının ikinci dalgası içinde sınıflandırabiliriz. 

 

Yaşanan uluslararası kriz süreciyle beraber bu yeni hareketler de bir durağanlaşmaya ve yeni arayışlara girdiler. Bunlar üzerindeki egemen, uluslararası basınç, ABD basıncı hızla yoğunlaştı. Bütün bu hareketler, dünya çapında, henüz krize karşı tepkiler geliştirebilmiş değiller. O açıdan önümüzdeki dönem aynı zamanda yavaş yavaş bu uluslararası tepkilerin de ortaya çıkacağı bir düzlem olacak. Yunanistan bunun ilk sinyallerini veriyor. Fakat Yunanistan’daki mücadele metropol bir ülke zemininde oluştuğu için oldukça geleneksel özellikler de taşıyor. Fakat bu tepkiler belli ki devam edecek. Bunların nasıl, ne zaman, nerede ve ne biçimlerde ortaya çıkacağını göreceğiz.

 

Peki ya Türkiye açısından süreç nasıl gelişti?

 

Türkiye’de 89 bahar eylemleri yeni işçi hareketi açısından, kamu çalışanları hareketinin oluşumu gibi, bazı ilk kıvılcımları içermekle birlikte gelenekselliği aşan bir gelişime yol açamadı. 1990’larda solda yasal partiler süreci de (bir kısım solun yanı sıra) özellikle kamu çalışanları hareketinin öncülerinin daha ilk tıkandıkları noktada çözümü geleneksel siyasette aramaları üzerinde biçimlendi. Oysa işçi hareketinin ve solun yeniden kuruluşunun, yeniden oluşumunun bu kadar basit bir şekilde gerçekleşemeyeceği ortadaydı ve bu olgu kanıtlanmış oldu.

 

Daha sonra 2000’li yıllarda çeşitli sendikal hareketler -özellikle TÜRK-İŞ içerisindeki sendikalar- ulusalcılıktan medet ummaya başladılar. Böylece yine kolaycı bir biçimde sorunlar siyasete devredilmeye çalışıldı. Bu da karşılıksız kaldı tabii. Burada artık geleneksel siyasal düzlemde yapacağı çok şey kalmayan sendikal hareketlin aslında son çığlığı oldu TEKEL. Bir tür çaresizlik içerisinde, güvencesizleştirme tehdidi ile yüz yüze gelen işçilerin alttan gelen basıncının ve başka yapacak bir şeyi kalmayan sendika yönetiminin de bu basınca uyum sağlaması ile beraber beklenmedik, büyük bir işçi patlaması çıktı ortaya.  Ancak bu gelişmeler ışığında TEKEL direnişinin TÜRK-İŞ içindeki en çekirdek, en geleneksel sendikalardan biri olan TEK GIDA-İŞ’te patlaması, fakat gelenekselliğin yanı sıra bir o kadar da yenilikçi motifler içermesi anlaşılabilir.

 

Bu yenilikçi motifleri sıralayacak olursak, bunların başında yürütülen mücadelenin ücret değil hak mücadelesi olduğunu görüyoruz. Bu kritik bir özelliktir. Çünkü yaşadığımız neoliberal dönemde, özellikle de krizle birlikte ücretleri yükseltmek ve bu sayede (1960-70’lerde olduğu gibi) yaşam standartlarını iyileştirebilmek mümkün değildir. Bugünün koşullarında ancak parça parça çeşitli haklar elde edebilmek mümkündür ya da hakları koruma gayreti mümkündür. Nitekim TEKEL de durumu iyileştirmek üzerinden değil, durumu korumak üzerinden şekillenen bir tür öz savunma eylemi olarak büyüdü.

 

İkincisi yeni bir kutup yaratabilme özelliğidir. TEKEL direnişi, işçi sınıfı diye bir mefhumun akıllardan çıktığı bir düzlemde, yeniden işçi sınıfını toplumun bilincine soktu. Pek çok gündemi aşarak kendisini ortaya koydu. Türkiye’de ulusalcılık-liberalizm, Türk-Kürt, laik-şeriatçı vb. yapay ya da egemen eksenli kutuplaşmaları aşarak “emekçiler-egemenler” diye toplumun temel ihtiyaçlarına cevap arayan gerçek ve farklı bir kutuplaşma yaratabilmeyi başardı.

 

Bir üçüncü yenilenmeci özellik ise direnişin etnik gerilimleri aşabilme özelliği oldu. Bu açıdan Türk-Kürt geriliminde işçi sınıfı hareketinin egemenlerinkinden çok daha demokratik bir “açılım”, aslında gerçek bir çözüm sunabileceğinin bütün ipuçlarının gösterdi. Dini gerilimler konusunda da çok daha toleranslı ve çözüm üretici olduğunun ipuçlarını sergiledi. Bir diğeri yenilenmeci özellik kadınların direnişe aktif katılımında belirdi. Kadınların aktif katılımı yeni işçi hareketinin en tipik özelliklerinden birisi oluyor.

 

Ana başlıklarıyla direnişin içinde barındırdığı diğer yenilenmeci ögeler ise TEKEL işçilerinin sendika ile ilişkilerindeki neredeyse bir tür fiili üyelik ilişkisi tutturmaları; meşru, fiili, militan mücadele yöntemleri geliştirmeleri; sendikal bürokrasiyi zorlayan ve işçi demokrasisinin gelişimine dönük adımlar atmaları; solla işçi hareketinin yeniden ilişkilenmesi; işçi bilincinde ortaya çıkan etkili dönüşümler olarak sıralanabilir. 

 

TEKEL direnişi sırasında sendikal bürokrasi kendisini sınıf mücadelesinin tamamen zararına olacak bir şekilde göstermiş oldu. Bu durumu yeni işçi sınıfı hareketi bağlamında da düşündüğümüzde bu hareketlerin üzerine düşmesi gereken bir görev de sendikal bürokrasiyi aşabilme iradesini göstermesi olmalı sanırım. Dolayısıyla sendikalarda yukarıdan bir değişim mi beklemek gerekiyor; yoksa tam tersi aşağıdan sınıf hareketinin militanlaşması ile birlikte yapısal bir dönüşüme zorlanacaklar mı?

 

TEKEL direnişinin sendikal bürokrasi ile olan gerilimi ortada. Yalnız bu gerilim iki ana kanal üzerinden gelişti. Birisi, TEKEL direnişini yürüten TEK GIDA-İŞ’in başkanı Mustafa Türkel aynı zamanda da TÜRK-İŞ’in genel sekreteri olması çerçevesinde TÜRK-İŞ bürokrasisiyle olan gerilimler, ki direnişe damga vuran boyutlardan birisi oldu. Malum TÜRK-İŞ’in başında AKP yanlısı bir başkan ve yönetim olduğu için TEKEL işçileri ve Mustafa Türkel aynı zamanda TÜRK-İŞ’in başkanına ve onun etrafındaki yönetime karşı da bir mücadele yürüttüler. Bu açıdan da en baştan itibaren sürekli olarak TEKEL direnişi TÜRK-İŞ yönetimine karşı, onun pasif, sorunun üstünden atlayan, ondan kaçmaya çalışan yönelimine karşı da sürekli bir mücadele olarak gelişti. Sürekli TÜRK-İŞ yönetimini zorladılar. Bu tutum geleneksel bürokrasinin aşılması açısından anlamlıydı. Bunu pas geçerek çabalamaları doğru olmazdı.

 

Fakat bir yerden sonra bu tutum öyle bir noktaya geldi ki, sürekli TÜRK-İŞ ile uğraşmak, onu zorlamak, teşhir etmek bir doygunluğa erişti. TÜRK-İŞ’in ikiyüzlülüğü, uzlaşmacılığı bu süreçte çarpıcı bir biçimde teşhir edilmişti. Bir noktadan sonra süreci sıçratacak, işçilerin doğrudan dinamizmine dayanan yeni hedefler, hamleler geliştirilmesi gerekiyordu. Aslında o noktadan bakılacak olursa TEKEL direnişinin daha geniş bir tabandan gelen dinamizmi harekete geçirmeye dönük gayretleri olsaydı –bu tabi sadece TEK GIDA-İŞ’in değil, tüm emek hareketinin, solun ve diğer sendikaların da sorunudur- sürecin gelişimi daha başka, daha dinamik bir hal alabilirdi. Mesela aynı dönemde, 2010 yılbaşı itibariyle Tabip odalarının tam gün yasasına karşı bir hareketliliği gözüküyordu, eczacıların sözleşme sorunları vardı,  itfaiyecilerin grevleri vardı, ulaşım zamlarına karşı tepkiler öne çıkıyordu, hidro-elektrik santrallerine karşı tepkiler büyüyordu ve küçük küçük işçi direnişleri mevcuttu. Aslında konfederasyonları bir araya getirme noktasındaki basınç işlevsizleşirken yan tarafta bunlar gibi zaten hareket halinde olan dinamikleri bir araya getirmeye yönelik bir paralel örgütlenme, konfederasyonlar üzerinde de bir basınç yaratabilir ve tek bir alana sıkışmamayı, bunun dışında da hareket alanları, manevra alanları yaratabilmeyi sağlayabilirdi. Ama hiç kimse bu doğrultuda bir fikir geliştirmedi. Bu da aslına bakılırsa tam da sözünü ettiğim gibi TEKEL direnişinin hem geleneksele karşı olan tarafını ama hem de gelenekselin içinde kalan tarafını da gösteren bir gösterge oldu.

 

Birçok yönden zaten TEKEL direnişi gelenekselin içinde kalan birçok unsur barındırıyor fakat aynı zamanda da gelenekseli aşan yenilenmeci öğeler de taşıyor. TEKEL direnişi ne gelenekselin basit devamıdır ne de yeninin kendisidir. Bunların bir tür melez kırmasıdır. Bu açıdan geleneksel olanın bitişi ve onun son öğesi, örneğidir. Aynı zamanda da içindeki yenilenmeci öğelerle de işçi hareketinin geleceğe dönük taraflarını da içinde barındırmaktadır.

 

Peki, sendikalar, tam da buradan bu yenilenmeci dinamiklerin farkına varıp kendi içlerinden, yukarıdan bir yapısal dönüşüme gidebilir mi; yoksa söz konusu bürokrasiyi de parçalayacak yapısal dönüşüm daha çok tabandan yükselecek basınç sayesinde –aynı zamanda da siyasal öznenin kuruluşuna bağlı olarak- bir tür taban dinamizmi ile olabilecek bir durum mudur?

 

Sendikal bürokrasi içinden gelen, yukardan bir dönüşüm asla beklenemez. Tam tersine aşağıdan devrimcilerin ve düzen dışı perspektif ile bakan işçi önderlerinin, doğal önderlerin ve bu tür unsurların yaratacağı bir dinamizmle, hareketlenme ile ortaya çıkacak bir tabloyla böyle bir yenilenme gerçekleşebilir. Bu yenilenmenin devrimci örgütlenme ile yeni işçi hareketi arasındaki ilişki de bir parça tavuk yumurta ilişkisi gibidir aslında. Oldukça iç içe geçmiş bir ilişki. Özellikle bu süreçte bu böyle!

                         

 

Bu dönemde devrimcilere kritik rol düşüyor çünkü yeni bir işçi hareketi reformist bir içerikte asla gelişemez. Böyle bir şansı yok. Çünkü bütün bu talepler sistemi zorlayan, sistemin dışına çıkan taleplerdir. Ücret artışından tutun, güvencesizliğe karşı mücadeleye kadar hepsi neo-liberal politikalara cepheden karşı talepler olduğu için bunda reformist bir zemin olamaz. Bu talepler bugünkü koşulların doğası gereği devrimcidir. Burada hak mücadeleleri etrafında bir tür kurucu dinamizm gelişmektedir. Bu hak mücadelelerinin öncülerinin, önderlerinin devrimcileşmesi önemlidir. Bu süreçle devrimci öznenin gelişmesi iç içe geçecektir.

                             

 

CHP’deki son gelişmeler sol bir kesimde de olumlu yankı buldu. Daha bu gelişmeler olmadan Korkut Boratav Experess dergisinin Temmuz 2009 sayısına verdiği röportajda şöyle diyordu: “Bir merkez partisi, ılımlı da olsa, sınıfsal sol bir platforma yönelirse, Türkiye genel olarak sola yönelir. Hep böyle olmuştur. 1974’de, 77’de ve 89’da… Her şey bir halk hareketinin kitlevi olarak oluşmasına ve düzen partilerinin ortasında yer alan CHP’nin bu tarafa yönelmesine bağlı.” Express dergisi bu parçayı CHP’deki dönüşümden sonra, Mayıs-Haziran 2010 sayısında da yeniden referans olarak kullandı. Belli ki bir kesim solu Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına geçmesi heyecanlandırdı. Peki, sınıf mücadelesi ve yeni işçi hareketi zemininden baktığımızda işçi sınıfının bağımsız ve devrimci bir siyasal özneden yoksun olduğu bir dönemde ve CHP’nin de emekçi kesimlerin bağımsız ve devrimci siyasal öznesi olamayacağı aşikar iken siz bu tabloyu nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Korkut hocanın saptamasına katılmamak mümkün değil. Sadece bazı vurguları güçlendirerek bir kez daha ifade etmek gerekebilir. Ve denebilir ki, ne zaman toplumda emekten yana, ilerici bir arayış başlasa, bunun ipuçları görülmeye başlasa sosyal demokrasinin kendisini buna göre yeniden biçimlendirme gayretine girdiği görülür. Ben önümüzdeki dönemde CHP’deki gelişmenin devrimci mücadelenin, düzen dışı solun ve yeni emek hareketinin yeniden oluşum süreci ile çok doğrudan bir etkileşim içinde olacağının, bu hareketlerin dinamizmine bağlı olarak CHP’nin “halkçılık” söylemi çerçevesindeki sınırlarının esneyebileceği fikrindeyim. Böyle bir basınç olmazsa CHP çok kısa zamanda sermayenin taleplerinin tamamen ön plana çıktığı bir parti olur. Bu da zaten güçlü bir ihtimaldir. Böylesi bir tablo çok hızlı bir şekilde emekçi kitlelerde hayal kırıklığı yaratıp, bir başka büyük gerici dalganın yükselebileceği düzlemin de yaratılmasına ön ayak olabilir. Bu açıdan CHP dışında kalan düzen dışı siyasal dinamiklerin bu süreçte son derece önemli bir rol oynama potansiyeline sahip olduğunu, solun, emek hareketinin ve toplumsal muhalefetin Türkiye gündeminde yeniden önemli bir aktör haline gelebilmesinin koşullarının var olduğunu düşünüyorum.

 

Son sorumuz da Kıbrıs ile ilgili olsun! Türkiye solu ve siz Kıbrıs’ı nasıl okuyorsunuz?

 

Türkiye solu, ne yazık ki, Kıbrıs’ı anlamak açısından soruna bir hayli uzak. Dolayısı ile Kıbrıs sorununa çok da vakıf olduğu söylenemez. Bu benim için de şu ya da bu ölçüde öyle. Fakat çok kısa bir süreç içerisinde edindiğim gözlemlerinden şunları söyleyebilirim: Kıbrıslı Türk solu orijinal Kıbrıslı Türklerin içine sıkışmış durumda. Yani göçmenlere hiçbir şekilde değemiyor. Bu Kıbrıslı Türkler sosyal olarak, nüfus olarak ve buna bağlı siyasal etki alanı olarak kendilerini daralan bir topluluk olarak algılıyorlar. Ki bu nesnel olarak da böyle. Dolayısıyla oldukça sıkışmış ve giderek ne yapacağını bilemez durumdalar. Özellikle Annan Planı’nın reddedilmesi ve yakın dönemde de AB’nin krize girmesi ile beraber çözüm ufkunu da yitirmiş gözüküyorlar. Daha öncesinde -doğruluğu yanlışlığı bir yana- AB ve Annan Plan’ı çerçevesinde bir ufkun mevcut olduğu ama şimdi bunun da kalmadığı anlaşılıyor. O nedenle açıkçası bir parça karamsar bir ruh hali gördüm.

 

Fakat bu karamsarlık tablosu aynı Türkiye’de olduğu gibi geleneksel siyasal düzlemin sorun alanı olarak da görülebilir! Aralarında bir çok paralellikler var. Bu kısır tabloyu aşacak bir perspektif, mücadele zemininin geliştirilmesi lazım.  Kuşkusuz Kıbrıs sorunu karmaşık ve uluslararası büyük güçlerin oyun alanı! Ama biliyoruz ki, her yerin kendine özgü karmaşıklıkları var. Kıbrıs’ta çözümü uluslararası -yüksek- siyasette arama kolaycılığına gidilmemesi lazım. Çünkü yakın gelecekte böyle bir uluslararası yüksek siyasal “çözüm” de gözükmüyor. Uluslararası krizle birlikte başlamakta olan yeni sürecin Kıbrıs sorunu açısından da önemli farklılıklar yaratacağını görmek gerekir. O nedenle oturup boş boş beklemek ve sürekli karamsarlık üretmek gibi bir seçenek düşünülemez. Üstelik kriz süresince egemenler mevcut neoliberal saldırıyı derinleştiren politikalarıyla, özelleştirmelerle, güvencesizleştirmeyle giderek daha da saldırganlaşacak. Özellikle Kıbrıslı Türklerin büyük bir çoğunluğu kamu sektöründe çalışıyor. Aynı Türkiye’de olduğu gibi, kamuda da güvencesizleştirmenin gündeme gelmesi uzak sayılmamalıdır. Bu bakımdan Kıbrıslı Türkleri önemli yapısal değişikliklerin beklediğini öngörebiliriz. Hem sosyolojik anlamda hem de ekonomik ve siyasal anlamda. O açıdan farklılaşmakta olan göçmen ilişkilerini, güvencesizleştirme olgusunu gündeme alacak, -diğer taraftan kritik hukuk ihlalleri var burada- bunların üzerine gidecek, bu ihlalleri rejim sorunu olarak görecek ve bunların tümünü bir hak mücadelesi perspektifi ile ele alacak, iki halklı bağımsız bir Kıbrıs çerçevesinde geniş bir mücadele zemininin örülmesine ihtiyaç var. Tabii bu vurgularım sorunun Kıbrıslı Türklerle ilgili kısmı üzerinde yoğunlaştı. Ancak benim Kıbrıslı Türkler arasındaki çok kısa yolculuğum içinde algılayabildiklerim bunlar.

 

Çok teşekkürler.

 

Ben teşekkür ederim.

 

 

Röportaj:

Hasan Yıkıcı

Baraka Kültür Merkezi Aktivisti