Tek Dünya, Tek Ruh


Gary Kowalski


“Kinship with Animals” kitabından  çeviri.

Gary Kowalski, Vermont/Kanada’da bir rahip. Ayrıca hayvanlarla alakalı bir kaç adet kitabı bulunuyor.

Her  kültürden insanlar yaşayan dünyayı bir ilham ve hayranlık kaynağı olarak gördü. Yunanlılar onu Tanrıça Gaia düzeyine yükseltti. Kimya ve evrim mucizeleri hayatı göz kamaştırıcı bir  çeşitte ve bollukta yaratmıştı. Ve ekolojisinin ince ince  örülmüş dengesi hem ruhlarımızın hem de bedenlerimizin hayatını sürdürmesinin ana sebebi.

Doğanın varlığı karşısında hissettiğimiz merak duygusu  neredeyse evrensel bir gerçek. İnsan zihninin ötelerine de uzanabilir hatta. 1963 yılı Aralık ayında zoolog Adriaan Kortland şu şaşırtıcı tabloya şahit olmuştu:

“Afrika yağmur ormanlarında günbatımı.  Günbatımının ihtişamı. Bir şempanze giriyor sahneye, elinde  bir papaya, yürürken bir yandan da onu eliyle beline yakın  tutuyor. Bu, onun yatmadan önce atıştırma vakti. Şempanze papayayı yere koyuyor. On beş dakika boyunca günbatımının değişen renklerinden büyülenmiş gibi olduğu yerde kımıldamadan duruyor, hiç hareket etmeden günbatımını izliyor. Ardından papayayı bırakarak fundalığın içine doğru gözden kayboluyor.”

Şempanzenin günün ışıkları solarken aklından neler geçiyordu ancak tahmin edebiliriz. Acaba hayal gücünü etkileyen macenta ve mor renklerinin yumuşak karışımı mıydı? Günbatımı kendinden önce ölenlerin ya da önceki günlerin hatıralarını mı canlandırmıştı gözünde, aklına uzun ve yapayalnız akşamüstleri mi gelmişti?  Gündüz düşü müydü, bir trans anı, bir dalgınlık anı mıydı? Kimse bilmiyor; ama insanın kuzeni sayılan bu canlı yiyecek veya benzeri acil ihtiyaçlarının ötesinde bir açlığı doyuruyordu o an. Fiziksel hayati zorunluluklarının ötelerine geçen ve ancak ruhsal adını verebileceğimiz bir dürtüye cevap veriyordu.

Akşam güneşine kendimizden geçmiş bir halde baktığımızda; başımızı yukarılara kaldırıp da yıldızların düşüşüne şaşakaldığımızda; okyanus dalgalarının kükremesiyle kendimizden geçtiğimiz ya da insanın kutsal kitaplarından daha yaşlı bir kızılağacın altında düşüncelere daldığımızda dünya üzerindeki her şey kadar gerçek ve güçlü bir dine katılmış oluruz. Böylesi bir anda deneyimlediğimiz şey- yakınlık ve hürmet duyguları- evrenin kendi gizli derinlikleri üzerine düşünmesinden daha az bir şey değildir.

Doğaya ibadet etmenin- kuşta, hayvanda ve ormanda var olan Kutsal ile bir araya gelmenin- insan ruhsallığının  en eski ve en temel biçimi olmasına şaşırmamalıyız. Almanya ve isviçre’deki yüksek dağların mağaralarında Taş Devri aletleri mağara ayılarının kafatasları ile yanyana yatıyor, görünüşe göre bunlar sembolik örüntüler halinde düzenlenmiş, bu kalıntıları akademisyenler 70 bin sene önce bölgede yaşayan Neandertaller arasında yerleşmiş bir ayı kültünün hürmet gösterisinin kanıtları olarak görüyorlar.

Elli bin sene sonra şu anda Lascaux (Fransa) olarak bilinen bölgede yaşayan insanlar, mağaralarının tavanlarını bizon, kara geyik, dağ keçisi, kutup midillisi gibi hayvanların muhteşem figürleriyle dekore ederek dünyanın ilk dinsel sanatlarını yarattılar. Kanada hükümeti bu mağaraları görmeleri amacıyla Lascaux’ya bir grup Eskimo avcısı yolladığında bir rehber alanın karbon-14 tarihli olduğunu söyledi. Ancak alanın tarihsel anlamda çok eskilere ait oluşu Eskimolu ziyaretçilerin gözünden kaçmıştı, onlar sadece resimlerin ardındaki o aşina ruhu tanıyor ve o sanatçılarla tanışmak istiyorlardı.

İnsan ve insansı atalarımızın kutsal  kozmosunu yeniden yapılandırmak artık imkansız olsa da Yerli Amerikalıların düşünce dünyalarıyla bazı yönlerini ortak olmuş olabilir, bu insanlar da aynen onlar gibi avcılık ve toplayıcılıkla modern zamanlara kadar taşımışlardı varoluşlarını.

Pawnee şefi Letakost-Lesa şöyle söylüyor, “her şeyin başlangıcında, bilgelik ve bilgi hayvanlarla beraberdi; Tirawa yani Yukarıdaki insanla doğrudan konuşmazdı. Kendini onlar aracılığıyla gösterdiği belli hayvanlar gönderirdi ve bu hayvanlar aracılığıyla insanın herşeyi hayvanlardan, yıldızlardan, aydan öğrenmesi gerektiğini söylerdi.” Bu tür insanlar için, dünyadaki yaratıklar doğal olarak kutsal bir önem taşıyorlardı.

Geçen sonbahar Vermont’daki Dead Creek koruma bölgesine seyahat edip kar kazlarının Hudson körfezinden Chesapeake’teki kışlık yuvalarına yaptıkları yıllık göçlerini izlemek istediğimde ilginç bir şey yaşadım. Sekiz ya da dokuz bin büyük kuş bataklıklarda ve mısır tarlalarında dinleniyor ve oradan besleniyordu, diğerleri kalabalık gruplar halinde gökyüzünde bir çember  oluşturuyor ve her açıdan dürbünleri dolduruyordu. Bu karman çorman özgürlük ve enerji girdabı beynimi saf mutlulukla doldurdu, sadece gözlerim açık, onlara bakıyordum Bir arkadaşım iki gün sonra oraya gittiğinde etrafta kar kazı kalmamıştı, o  zaman  bu yıllık göçe tanık olabildiğim için çok şanslı hissettim kendimi.

Binlerce kazın güneye doğru uçtuğunu görmek karşılığında hissettiğimiz heyecan ve chickadee kuşunun mutfak penceresine gelip yiyecek beklemesini izlemekten aldığımız o sessiz tat evrimsel kalıtımımızın bir parçası olabilir. Harvardlı biyolog E.O.Wilson insanların diğer canlılarla içsel bir bağı olduğunu söylüyor.

Binlerce yılda sinir sistemlerimiz vahşi bir çevreyle etkileşim içerisinde kalarak evrim geçirdi, bu yüzden doğal olarak kendi aile ağacımızın üyeleri olan hayvanlara büyülenerek tepki veriyoruz. Onlar bizde kendi köklerimizin hatıralarını uyandırıyor ve kendi köklerimizin doğada olduğunu anlamamıza yardım ediyorlar. Wilson bu dürtüye “biyofili” adını veriyor,  bu sözcük “hayat sevgisi” anlamına geliyor, ayrıca daha genel bir açıdan bakınca gezegeni bizimle paylaşan kelebekler, balinalar ve diğer muhteşem hayvanlarla beraber olmaktan duyduğumuz heyecanı ve hayranlığı dile getiriyor.

Biyofili çocukların neredeyse otomatik bir biçimde hayvanlara  neden ilgi duyduğunu açıklayabilir. Wilson şöyle söylüyor, “  bebeklikten beri hem kendimize hem de etrafımızdaki diğer organizmalara mutlulukla odaklanırız. Hayatı cansız olandan ayırt etmeyi ve hayata ışığa doğru uçan bir kelebek gibi yaklaşmayı öğreniriz”.Bir kaz yavrusunun annesine ya da yakınındaki bir etoloğa yakınlaşması gibi, çocuklar da kıpır kıpır hareket eden ya da kıvranan hiç bir şeyden gözlerini alamazlar.

Bir grup kütüphaneci on bin çocukla anket yaptı, amaç çocukların nelerden hoşlanıp nelerden hoşlanmadığını öğrenmekti, ortaya çıkan sonuç şu oldu: çocukların en sevdiği kitaplar iki kategoriye ayrılıyordu: “Hayvanlar” ve “Burada ve Şimdi”. “Burada ve Şimdi “ kategorisine giren kitaplar arasında Carol Carriks’in “Kaza” ve “Sokak Çocuğu” kitapları vardı, bunlar bir çocuğun köpeğini kaybetmesi ve yeni bir yavru köpek edinmesi üzerine hissettiği iyileşme hislerini anlatan gerçekçi öykülerdi. Hayvanlar çocuklar büyürken onların mental manzaralarının bir parçası oluyor. Hayvanlar olmadan gelişimimiz ahlaken fakir ve duygusal olarak da bodur kalırdı.

Uyuşturulup duyarsızlaştırılmadan önce  çocuklar diğer türlerin acılarıyla derin bir biçimde empati kurabiliyor. Bu konuda  çok sayıda kanıt var. Carl Sandburg, henüz küçük bir çocukken Abraham Lincoln ‘ın babasının tüfeğiyle bir hindi vurduğunu yazar. Bu, Lincoln’ün avlanmayla  ilk tanışmasıydı ve ayrıca son teması oldu, Lincoln bir daha tetiği çekme isteği duymadı.

Clara Barton bize  henüz küçük bir kızken  çiftlikle bir ineğin boğazlanmasına şahit oluşundan söz eder.  Hayvanı öldüren adamın ineğin kafasına baltayı indirdiği an Clara da kafasına bir darbe indiğini hissederek bilincini kaybeder. Uyandığında vejetaryen olur, bir daha da asla bilerek et yemez. Bu tür hikayeler merhametin öğrenilerek elde edilen bir nitelik olmadığını düşündürüyor. Tersine, ince duygular yavaşça katılaşır ve sertleşirken zulmün kanıksanması için desteklenmesi ve işlenmesi gerekir.

Zamanla, çoğumuz içimizdeki o acıma duygusunu kaybederiz. Anne babalardan yaşlılara, kiliseden okula, dünyada sadece tek bir türün önemli olduğunu ve hayvanları umursayan insanların duygusal, mantıksız veya bir şekilde yanlış yönledirilmiş insanlar olduğunu öğreniriz. Bizlere hayvanların duyguları olmadığı söylenir. Ruhları yoktur. Onlar kompleks makinelerden ya da şartlı reflekslerin toplamından başka bir şey değillerdir. Kendilerine ait, kendiliklerinden kaynaklı bir anlamları yoktur, sadece insanların arzularını doyurmak ve bunlara hizmet etmek için vardırlar.

Çocukken sahip olduğumuz o içsel bilgelik duygusunu reddediyoruz. Sezgisel bağlılık ve hürmet duygularımızı bastırıyoruz. Ve bu reddediş hayvanları araştırma aletleri olarak, meta olarak, kaynak olarak kullanmamızı ve sömürmemizi mümkün kılıyor. Bu da neden bu kadar çok insanın başka canlıların gereksiz yere acı çekmesi sonucu elde ettiğimiz bir hayat tarzını ve beslenme biçimini “normal” kabul ettiğini de açıklıyor.

Artık bu reddedişin duvarlarını yıkıp doğumumuzla bize verilen diğer canlılara saygı duyma ve duyarlılıkla davranma hislerimizi restore etme zamanı geldi. Bu görev dünyanın kendisi artık tehlikede olduğu şu anda daha da hayati bir önem taşıyor; çünkü hayvanları maruz bıraktığımız davranışlar aslında doğal dünyaya yönelik genel tavrımızın kesin bir işareti olma niteliği taşıyor. Bize bu kadar  çok benzeyen hayvanlara yüreklerimizi açmadan yağmur ormanlarının yok edilmesi, ozon tabakasının yırtılması gibi sorunlara nasıl tutkuyla tepki verebiliriz ki?

Yokoluş kavramı, aynen “sonsuza dek” nosyonu gibi, hemen anlayabildiğimiz bir kavram değil. İlk elden bir insan için ölmenin ne anlama geldiğini bilebiliyoruz. Gerçekten de insanlar sevdikleri birisi öldüğünde acı çekip yas tutan tek hayvan türü değil. Filler de aynen bizler gibi ölüleri için yas tutuyorlar, hatta bazen ölülerini gömüyorlar bile. Anne fok yavrusu avcılar tarafından  öldürüldüğünde bizim gibi göz yaşı döküyor. Biyolojimiz ölümle yüzyüze geldiğimizde nasıl hissedip neler yapmamız gerektiği konusunda bize rehberlik yapıyor; ama bir türün tamamen yok edilmesi tamamen farklı bir şey, kabilenin yaşayan her üyesinin değil gelecek kuşaklarda doğacak üyelerin de ölmesi anlamına geliyor bu.

Ölüm hayatın bir parçası, doğumun bir gerekçesi; oysa türlerin yok olması hayatın yok edilmesi ve doğumun da sona ermesi demek. Milyonlarca kez çoğaltılarak hayal edildiğinde bile gerçekten bunu kavrayabilmemiz zor. Anlık deneyimlerimizden uzaklarda, hesaplanması imkansız görülen bu tür tehditlere tepki verecek sinirsel araçlardan yoksunuz.

Ancak, bir hayvanın hikayesine tepki verebiliriz. Free Willy filminde başrol oynayan katil balina Keiko hayatını geçirdiği havuzdan alındı ve Oregon sahillerindeki deniz memelileri rehabilitasyon merkezinde onun için inşa edilmiş bir mekana taşındı. Oradan da esas memleketi olan İzlanda’ya götürüldü. Onun yaşadıkları bütün dünyanın dikkatini çekti.

Acı çeken bir hayvan- ister bir balina, bir köpek ya da bir geyik olsun- duygusal olarak anlayabileceğimiz bir şeydir. Gerekli aciliyetle tepki gösteririz. Bu da içgüdü repertuarımızın bir parçasıdır. Büyük kuyruklu maymunlar olarak sadece kendi türümüzden değil diğer türden de hasta ve yaralılara ilgi gösterme kapasitemiz bulunuyor.

Son zamanlarda yaşanan bir olayda, hayvanat bahçesindeki goril bölmesine düşerek bilincini yitiren bir çocuğa bölmedeki gorillanın tepkisi, çocuğa yaklaşıp yardım gelene dek yavaşça okşamak olmuştu.

Biz primatlar elbette agresyondan payımıza düşeni de yansıtıyoruz; ama doğru koşullar altında merhametli yaratıklar da olabiliriz. Yapılan bir deneyde maymunlar diğer bir hayvana elektrik vererek yiyecek elde edebiliyorlardı, ayrıca elektrikli kablolara bağlı olan hayvanı da tek yönlü bir ayna sayesinde görebiliyorlardı. Düğmeye basmadıkça maymunlar aç kalıyordu. Hayvanların %85’i vicdani redçi çıktı; yardıma muhtaç hayvanlara işkence edip onlara şok vermeyi reddettiler. Bir maymun bilinçli olarak işkence yapmaktansa iki hafta yiyeceksiz kalmayı tercih etti.

İnsanlar her zaman bu kadar iyi değil, ama bizler de başkalarının acılarından etkilenebiliyoruz. Exxon Valdez’in kurbanı, petrol mağduru kuşları kurtarmak için yollara dökülen yüzlerce insan daima kullanmaya ihtiyacımız olan bir enerji çeşidi. Hayvan hakları mücadelesinin yolu, dünyayı kurtarma kampanyalarıyla artık bunların hepimizin umrunda olduğu bir noktada bir araya geliyor.

Çevre krizi sonuçta ruhsal bir krizdir. Ve bu krizi kaybetmiş olduğumuz bilgiyi yeniden elde edene dek çözemeyiz- bu bilgi, hayat ağından ayrı olmadığımız, büyük dizayn içerisinde bir iplik konumunda olduğumuzdur. Hayvanlar bu bağlılık hissini yeniden elde etmemize yardım eden öğretmenlerimiz olabilir. Eğer onlara izin verirsek, yüreklerimize dokunabilirler. Eğer gözlerinin içine bakarsak orada bize kendi insanlığımızı yansıtan keder ve neşeyi görebiliriz. Eğer farkındalık çemberimizi genişletirsek, bu gezegen üzerinde dans eden, rüya gören ve günbatımının keyfini süren tek tür olmadığımızı anlayabiliriz. Anatole France, “Bir insan bir hayvanı sevene dek ruhumuzun bir bölümü hala uykudadır” demişti. Hayvanlar bir kez daha hayatın değerli olduğunu anlamamıza yardım eden temsilciler olabilirler.

Hayatın birliği bir çok mekanda ve zamanda kaydedilmiş ezeli bir öğretidir:

İncil’de “hayvanlara sor, ve onlar sana anlatacaklar “denir, “kuşlara sor, onlar sana söyleyecekler. Ya da toprakla konuş, o sana öğretecek, ve dünyanın balıkları her şeyi söyleyecekler sana”.

Müslümanların kutsal kitabı Kur’an’da şöyle yazar: “Ve yeryüzünde yürüyen hayvanlardan ve iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa (4 ayaklı) hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki; sizin gibi ümmet olmasınlar.”

Onbirinci yüzyıl Çin’inde, ünlü  Chang Tsai yazmalarında şunları okuyoruz: “Cennet babamdır, dünya annemdir. Bütün insanlar kardeşlerimdir ve varolan her şey arkadaşımdır benim.”

Siouxlu bilge Black Elk ise şöyle söyler: “ Herşeyin Büyük Ruh’un işi olduğunu iyi anlamalıyız. Büyük Ruh’un her şeyde var olduğunu bilmeliyiz: ağaçlarda, çimlerde, nehirlerde, dağlarda, dört bacaklı ve kanatlı halklarda… Bunu kalplerimizin derinliklerde iyice anladığımız zaman, Büyük Ruh’u tanıyacak, Onu sevecek, ondan korkacağız ve işte o zaman Büyük Ruh’un istediği gibi  olacak, davranacak ve yaşayacağız.”

Mahatma Gandi “Bir ulusun büyülüğü ve ahlaki gelişmişliği, hayvanlarına nasıl davrandığına bakılarak ölçülebilir” demişti. Hayatın kutsal olduğu bilgisini yeniden hayata döndürürken sadece dünyamızı kurtarmakla kalmayız, kendi ruhlarımızı da kurtarabiliriz. Diğer canlılarla şiddetten uzak bir şekilde nasıl yaşanması gerektiğini öğrenirken aradığımız huzuru içimizde bulabiliriz.

Çeviri: CemC

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.